Kısa Hikaye – Kireç
Susuyordu, oysa kelimeler ağzını bir irin gibi doldurmuştu.
Dudaklarını aralasa o zehir akacak, tüm yüzüne bulaşacak, derisini eritecekti.
İç organları, birer birer kanına karışan zehirle işlevini yitiriyor gibiydi.
Susmasına yardım eden köpek öldürenin de yardımıyla ilk çöken organı karaciğeriydi sanki.
“Adeta Hamlet’in haykırdığı gibi” diye düşündü.
“Ciğerim güvercin ciğeri, safra salgılamıyor.”
Her şeyi büyüttüğünü ve karmaşıklaştırdığını söyleyen iç sesi ile hayatın ona büyük haksızlık yaptığını söyleyen sesin konuşmaları iyiden iyiye birbirine karışmıştı. Kim haklıydı kim değildi bunu çözmenin bir anlamı yoktu. Artık hiçbir şey anlam teşkil etmiyordu hayatına dair. Yaşamın daha iyi olacağına inandığı budala genç günlerine ait anılar gitgide silikleşmiş, sönmüştü. O alev ki içinde cayır cayır yanan, hayatın plastikleri yüzünden sentetikleşmiş, sönerken kül dahi olamamış kaskatı duruyordu. “Yalnızlık bir seçimdir” diyenlerden nefret ediyordu, sevdiği insanların bir bir hayatından gittiğini düşünürken. Aslında hiçbir zaman yalnızlıktan hoşlanmamıştı. Fakat hayat ondan en sevdiklerini almış, bunun verdiği anksiyeteye dayanamayan diğerleri de bu ketum alkolikten uzaklaşmıştı. Tüm yaşadıklarından sonra sosyal zekâsını tamamen kaybetmiş, ayakkabı bağlamayı öğrenmeyi istemeyen bir şımarık çocuk gibi, her şeye ağlayarak direten bir insan oluvermişti. İşin kötüsü hayıflanıp sızlandığında ayakkabısını bağlayacak kimse de yoktu artık hayatında. Feci bir kısırdöngünün içinde çırpınıp duruyordu…
43 yaşındaydı ancak en az 55 gösteriyordu. Belki daha da yaşlı… Saçları beyazlamış ve seyrekleşmiş, avurtları çökmüş, derisi kırışmıştı. Gözlerinin altı kahverengiye, eskiden sevdiği çilleri bok sarısına dönmüştü. Elleri damarlıydı. Yeşil, şişkin, içinde kan yerine keder akan yağlı damarlar. Biri tıkansa da alsa ruhunu ölüm meleği diye dua ederken buluyordu artık kendini.
Hava kapalı ve alabildiğine nemliydi. Her nemli havada olduğu gibi dizleri ağrıyordu ve sağ omzundaki korkunç kulunç sızım sızım sızlamaya başlamıştı. Karnı açtı ama yemek yemeye üşeniyordu. Zaten kalan parası ile ancak ayı su içerek geçirebilecekti. Karnı, “lanet olsun sana!” der gibi uzun ve gürültülü bir şekilde guruldadı. Guruldamayı ise aynı derecede kuvvetli bir gök gürültüsü takip etti. Birden etraf bembeyaz oldu. Birbiri ardına düşen yıldırımlarla deli gibi bir yağmur yağmaya başlamıştı.
“Yine iniyor bu gece mahlukatlar” diye düşündü. Ağrıyan dizlerini göz ardı ederek doğruldu, mutfağa yöneldi. Babadan kalma, bakım görse benim diyen insanın hayran kalacağı kadar güzel, ancak ilgisizlikten köpek bağlasan durmayacak kadar kokuşuk bir evde yaşıyordu. Köhne mutfağın boyası çatlamış dolaplarından birini açıp derin bir kap aldı. Gıcırdayan merdivenlerden gıcırdayan dizleriyle çıkmaya başladı. Uzun süredir sigara içmemesine rağmen zamanında adeta yediği sigara paketleri, ciğerlerinin bir köşesinde nefesini tıkamak için dört gözle bekliyorlardı. Bir rutindi ortadaki kırık basamakta soluklanmak. Soluklandı, ağzına gelen balgamı yuttu. Midesi kalktı. Balkona çıktı ve tası yere koydu. Böylece birkaç gün yetecek suyu toplamış olacaktı. Eskiden kasabanın göbeğinde cıvıl cıvıl bir yerde olan bu ev, insanlar şehre göçünce izbeleşmişti. Bahçedeki kirazlar, limonlar, elmalar ve bir sürü ağaç bakımsızlıktan cılızlaşmış, her tarafı yabani otlar bürümüştü.
Hava gri, bahçe gri, kalbi gıpgriydi…
Bir süre kaldı balkonda. Yağmuru ve deliler gibi çakan şimşekleri izlemeye koyuldu. Toprak, bakılmasa da topraktı ve o mis gibi kokusunu yağmurla salıvermişti. Birden neşeleniverdi. “Bu geceyi böyle geçirmeyeceğim” dedi kendine. Sanki kanserin ilacını bulmuşçasına heyecanlanarak her akşam yaptığı şeyi yapmaya karar verdi. Evet, bakkaldan bir litrelik şarap alıp eve gelecekti. Şarap nasılsa onu neşelendirir, bütün hayaletleri kovalardı. Murtaza elbette onu kıramayacaktı, çocukluk arkadaşıydı ne de olsa. İyiden iyiye de borcu birikmişti ona. Arada evdeki gümüş eşyalardan birini kapıp giderdi yanına. Toprak kokusunun ve yağmurun verdiği neşe ile bu gece de öyle yapmaya karar verdi. Bir zamanlar annesi ile babasının aşk yaptığı, üç tane evlatlarının tohumlarını attığı, en ufak kardeşlerinin kireç çukuruna düşüp ölmesi ile karabasanlarla dolan ve bir daha asla eski ışığına sahip olamayan odaya yöneldi. Odadaki ağır havasızlık kokusunu almıyordu artık burnu. Annesinin ölümünden sonra ancak bu gibi zamanlarda kullanmak üzere; bir gümüş çerçeve, bir bileklik, bir kıyafet bulma umudu ile girmişti yalnızca bu odaya. Hızla gözlerini etrafta gezdirdi. Annesinin zamanında bahçeden topladığı çiçekleri koyduğu, aslında bir yağdanlık olan metal obje ilişti gözüne.
“Hah” dedi sesli bir şekilde. Kendi sesinden irkildi, herhalde son bilmem kaç saattir ilk defa bir ses çıkmıştı dudaklarının arasından. Gümüş olduğunu ümit ettiği yağdanlığı kaptığı gibi indi merdivenlerden; bu sefer dizindeki gıcırtıları umursamadan. Biricik sevgilisine kavuşacak olmanın heyecanı ile dudaklarını yaladı, şapırdattı bir de güzelce. Eskiden bahçeyi sulamak için kullandıkları sarı lastik çizmeleri ayağına, dikişlerinden yer yer elyafları çıkmış paltosunu kafasına geçirip çıktı evden.
Bakkal Murtaza, her zamanki gibi tezgâhının arkasında, ufacık televizyon ekranından haberleri dinliyordu.
-“Murtaza, merhaba!
-Vay vay ben de bizim Ahmet nerede kaldı diyordum.
-Buralardayım yahu, işlerim vardı biraz onları hallettim…”
Murtaza biliyordu Ahmet’in hiçbir işi olmadığını. Çocukluktan beri tanırdı Ahmet’i. Çok sevdiği Hasan amcanın en büyük evladı idi. Bir sene sonra kız kardeşi Ayla doğmuştu. “Ahh Ayla…” diye iç geçirdi. Hayatı boyunca için için yanmıştı Ayla’ya karşı geliştirdiği platonik aşk ile. Ne de güzel bir aileydiler! Hasan Amca Murtaza’ya bu bakkal dükkânını açmasında çok yardım etmişti zamanında. Mahallenin en zenginiydi Hasan amca ve ailesi. İyi insanlardı, hiçbir şımarıklıklarını görmemişti. Varlıklarını mahalleliyle hep paylaşırlar, zamanında önünden geçenlerin durup içeride bir kahve içmek isteyecekleri kadar güzel bahçelerinde yemekler verir; aç tok herkesi doyururlardı. Murtaza’nın babası bir ayakkabı tamircisiydi. İyi kötü idare etmişlerdi hayatları boyunca. Hep maddi açıdan bıçak sırtında olmuşlardı ama her biri çalışkan insanlardı. Murtaza baba mesleğini yapmak istememişti. Girişimci bir ruhu vardı. Daha çocukken ters çevirdiği karton kutunun üzerinde annesinin kenarına dantel çektiği tülbentleri satardı. Ahmet’in annesi Melahat teyze mutlaka alırdı sattığı şeylerden. “Aferin oğlum” derdi başını okşayarak; “Çok akıllı bir çocuksun sen…”
Yeşim’in kirece düşüp, yanarak ölmesinden sonra Melahat Teyze’nin yavaşça delirişini tüm mahalleli içleri parçalanarak izlemişlerdi. Yapılacak hiçbir şey yoktu. Devlet babanın açtığı ve etrafına hiçbir önlem almadığı içi kireç dolu inşaat çukuruna, annesinin gözleri önünde düşen minik yavrucak hızlı ve feci bir şekilde ölüvermişti daha altı yaşındayken. Simsiyah uzun kirpikleri babasına, minik burnu, beyaz teni annesine benzeyen neşeli bir çocuktu. Yeşim’in ruhu sanki hep asılı kalmıştı kasabanın üstünde. Sanki o ölünce tüm işler değişmiş, dünyanın düzeni bozulmuş, tüm değerler, iyilikler hızlı bir şekilde kaybolmaya başlamıştı. Bu büyük trajediden sonra hiçbir şey kimse için aynı olmamış, herkesin huzur bulduğu bahçe, bir deliler evinin parmaklıkları haline gelmişti.
Melahat Teyze kahrından öldüğünde Murtaza 17 yaşındaydı. Ahmet 22, Ayla ise 21. Ayla çok çalışkan bir öğrenciydi ve yurt dışında Hukuk okuyordu o zamanlar. Anneciğinin cenazesine zar zor yetişmişti. Hiç çıkmamıştı aklından Murtaza’nın o acı dolu gözler. O… Muhteşem, ama acı dolu gözler… Ahmet ise hiçbir zaman ablası gibi olamamıştı. Babasının varlığının rahatlığı ile doğru düzgün okumamış, karı kız ardında geçirmişti tüm zamanını. Tek bir tutkusu vardı Ahmet’in o zamanlar; o da kitap okumaktı. Mahallenin tüm kızları deli oluyordu ona elbette. Geniş omuzları, beyaz teni, gülünce kızların içini yakan ela kısık gözleri, Descartes’tan, Hemingway’den yaptığı alıntılar ile tüm kızların hemen aklını başından alıveriyordu. Kadınlar seviyordu şık gömlekleri, pastanelerde onunla görülmeyi… O yüzden annesinin ölümü büyük bir yıkım olmuştu Ahmet için. İçinde oynayıp durduğu oyuncak evin damı uçuvermişti bir gecede. Bilmiyordu ki Ahmet, o oyuncak ev başına yıkılacaktı babasını iki sene sonra yine kahırdan yitirdiğinde…
Sonuç olarak bir Ayla vardı koskoca aileden hayatına devam edebilen. Her ay gelip abisini kontrol eder, evi havalandırırdı. Arada bir temizlikçi kadın sokup eve köşe bucak temizletirdi. Ahmet’e ufak da olsa bir para verirdi her geldiğinde. Sonra da Murtaza’ya uğrardı. Çok pişmanlık duymuştu Murtaza, sevindiği için Ahmet’in deliliğine. Ancak buydu her ay bir kere de olsa Ayla’yı görebilmesinin sebebi.
Yemin ettirmişti Murtaza’ya Ayla, Ahmet’in borçlarını ödediğini söylememesi için. Parasızlık, bir nebze de olsa az içmesine yardımcı olur ümidi ile… Ahmet borç yazdırdığını sansa da Ayla her ay düzenli olarak ödüyordu köpek öldürenlerini, eski kaşarlarını Ahmet’in. O yüzden bir gülme tuttu bakkal Murtaza’yı, bizimkisini elinde kararmış yağdanlıkla görünce…
-“Ooh ganimetle geldin desene bu gece. Ama Ahmet, vallahi batarsa bu kaç senelik dükkân, senin yüzünden batacak. Yapma gözünü seveyim ne yapayım ben o eski püskü şeyi!
– Aaa, Murtaza! Bu gece çok keyiflenesim var. Tüm hayaletler başıma üşüşmek istiyor. Söylesene Allasen, var mı başka yolu mis gibi şaraptan gayrı bu işin. Ver sen bana her zamankinden. Hah, dur! Leblebi ile fıstık da ver biraz. Biraz da eski kaşar tabi ki. Bu gece kutlama yapmaya karar verdim. Hem bakarsın sonunda ölürüm de bu eski konağın laneti gidiverir kokuşmuş kasabanın üstünden! Morpheus* ile bir güzel takılacağız bu gece…”
Birden büyük bir sıkıntı düştü Murtaza’nın içine. Göğsüne bir ağrı saplandı, tam da göğüs kafesinin ortasına. Nefesi sıkışır gibi oldu. Anlamamıştı Ahmet durumu, “Amma da uzattın haa…” deyip kapıverdi iki şişe şarabı ve hızla uzaklaştı yağmurlu karanlık gecede… Elleri iki yana salınmış bir şekilde bakakaldı bakkal Murtaza…
“Oh bee” dedi, kendini içe göçmüş, zamanın en modern koltuklarından birine atarken Ahmet.
“Lanet olsun size ey hayaletler!” Görmüyor musunuz burada bir hayat yaşamaya çalışıyorum! Haydi, toz olun şimdi gözümün önünden!”
Gözleri doldu. Sibel’i hiç kaybetmemesi gerekiyordu. Ahhh ah! Hiç delirmemesi gerekiyordu. Niye üzerine yürümüştü o gece! Sibel sadece yardım etmeye, onu içine girdiği kara delikten çıkarmaya çalışıyordu. Yavaş yavaş dibe battığını görüp onu kurtarmaya çalışan tüm eşrafı ondan yaka silkmişti. Bir tek Sibel onu bırakmamıştı. Vurmayacaktı, ahh vurmayacaktı o güzelim zarafet timsaline. “Hayır gelmedi ne yediğimden ne de içtiğimden o günden sonra” diye düşündü. Haklıydı da… Ama zayıftı işte, işler istediği gibi gitmeyince anksiyete krizlerine giriyor, ne yapabilirim diye hayatını değerlendirmeye almaktansa tüm gemileri yakıyordu. Bunları düşünürken ilk şişenin yarısı bitmişti bile. Deli gibi guruldayan karnı düşüncelerini böldü. “Hay bin kunduz” dedi. “Çerezleri bıraktım.” Sonra gözü onu bekleyen ikinci şişe şaraba erişti. Sevindi yine bizim garip Ahmet…
Aniden ayağa kalktı. Yarıladığı şişeyi eline aldı, açılmayanı da ceketinin cebine soktu. Mutfağa yöneldi. Masanın üzerindeki küflenmiş ekmeğin köşesi ona bir dilim biftek gibi göründü. Üzerinde gelişen ekosisteme aldırmadan sokuverdi ağzına koca köşeyi. Çiğnerken tırmandı evin basamaklarını. Tek tek gezdi bütün odaları. Oynamaya doyamadığı ama erken kaybettiği kardeşi Yeşim’in odasını; artık ayda bir kez gördüğü Ayla’nın odasını; anne babasının heybetli odasını ve son olarak artık bir izbeye dönüşmüş kendi odasını… Birden yerdeki kıyafetler, yarısı yere sarkmış yorgan, kapısı açık dolap, yani odada ne varsa sinirine dokundu. Hızlıca toplamaya başladı odayı. Odası derli toplu hale geldiğinde ikinci şarabın yarısı da bitmişti. Artık bir ödülü hak etmişti…
Çok zorlandığı zamanlarda içmek için sakladığı Malboro paketini çıkardı şiltesinin altından, aldı bir sigara içinden. “Dur” dedi, bahçede içeyim şu sigarayı…
…
Ahmet, o sigarayı hiç içemedi…
Günlerin açlığı üzerine içtiği onca şarap ve belki de yediği küflü ekmeğin etkisiyle dönen başı, sebep oldu merdivenlerden düşüp boynunu kırmasına. “Kurtuldu” dediler arkasından. En çok Murtaza üzüldü bu ölüme, en çok Ayla rahatladı. Bir önemsiz hayat daha, böyle göçüverdi geçici dünyadan…
*Yunanlıların içki âlemini simgeleyen kişi.
Laden – Nisan 2015 – İstanbul